Haziran 2016

28 Haziran 2016 Salı

Tinnan Bölüm 4


Yazan: Tinnan
YN: Dikkat!!! Bu bölüm çok seksi olabülür 



Dang Fao kapıdan çıktığında uzun bir süre topallıyarak yürüdü, vücudu ruhları emerken Ruhsal Gelişim yolunda orta-seviye olmuştu.
Tapınakta ilerlerken labirentte kaybolmuş hissi veren duvarlar Dang Fao'yu şüphelendiriyordu.
Dang Fao 2 kişinin yaklaştığını hissedince donup kalmıştı, şu anda savaşmak tehlikeliydi.
Bunlar o günkü 2 yaşlıydı.Çogu geliştirici şu anda Kutsal İmparatorun Tapınağına akın ediyordu.
İmparatorun hazinesinin varisi olmuştu.
Uzun yıllar sonra ilk kez biri kapıyı açıyordu.
2 yaşlıda öldürme arzusu içinde tekniklerini açıga çıkarttılar.
Yıllardır varis olmak için binbir badireler atlatmışlardı.
Şimdi varisin onlardan başka birisine nasip olması onları sinirden kudurtuyordu.
Dang Fao öldürme arzusunu hissedince irkildi.Yorgun olmasa belki onlarla başa çıkabilirdi şu anda vücudu yorgunlukla boğuşuyordu.
2. Yaşlı gözlerini cubbesinden cıkarttığı bezle sardı ve kılıcının kabzasını tutarak Dang Fao'ya bakmaya başladı.
Dang Fao son gücünü topluyarak parmaklarına Ki topladı ve ağzından kan kustu.Topladıgı her Ki dantian merkezinden geldiği için hayatını kısaltıyordu.
2. Yaşlı saldırıya geçtiğinde Dang Fao sol ve sağ parmaklarındaki Ki'yi ayak bileğine yoğunlaştırdı vuruş için özel bir teknik kullanmıyacaktı.
2. Yaşlı, Dang Fao'nun her aldığı nefesi duyuyordu.
Eliyle kılıcın kabzası ve kınını çıkartarak eline aldı, büyük bir Ki akımı kılıçların üzerinde dans ediyordu.
Yaşlı hızlanarak Dang Fao'nun üstüne doğru atıldı.
Dang Fao bileğinde topladığı Ki'yi dışarı bıraktı ve ceviklikle ayağını yukarı kaldırdı.
2. Yaşlı ve Dang Fao'nun Ki'leri carpıştığında akıl almaz bir basınç labirenti doldurdu.
Dang Fao'nun bu kadar güçlü olması akıl alamayacak kadar imkansızdı.
Fakat eski hayatında yarattığı savaş teknikleri düzeysel olarak ortalamanın en üst seviyesinde güçler barındırıyordu.
Şu anda teknik kullanmasa da bileğinin salgıladığı büyük akım yaşlıyı korkutmaya yetmişti.
Yaşlı geri çekilerek gözlerindeki bezi çıkarttı.
Dang Fao kullandığı son Ki'si yüzünden bitap düşmüştü.
Gözlerinin altı morarmış ve içi solmuştu.
2. Yaşlı ve 1. Yaşlı her ne kadar Dang Fao'yu öldürmek istese de ileride yaşanacaklardan korkuyorlardı.
Yaşlı Dang Fao'nun gücünü haplarla kazandığını düşünüyordu.
Haplar büyük klan mensuplarının çocuklarına dağıtılıyordu.
Şimdi Dang Fao'yu öldürürlerse kendi klanlarının sonunu getirebilirlerdi.
Dang Fao sağ omzunu tutarak ayağı kalktı.
Aldığı kılıç darbesi omuzunda büyük bir hasar ortaya çıkarmıştı.
Yaşlıların saldırmadığını görünce ani bir rahatlama hissi vücudunu sardı.
2. ve 1. Yaşlı saygılarını sunarak gözden kayboldular.
Dang Fao imparatorun hazinesinin içinde olduğunu bilmiyordu.
İmparator yüzyıllar önce kraliyet ailesi tarafından ihanete uğramıştı ve dantianında bulunan Ki tarafından yutulmuştu.
İmparator Ki'si tarafından yutulduğunda bütün vücudu siyaha dönmüş ve sonsuz katmanlar arasında dolaşmaya başlamıştı.
Coğu kişi bu olaya hikaye deyip savuştururdu fakat, İmparator seviyesine varmış bir uygulayıcı ruhsal bedenindeki Ki ile yaptığı teknikler normal tekniklere göre daha güçlü teknikler ortaya çıkarabiliyordu.
Hayvan, bitki ya da uzayı özümseyebiliyorlardı.
Fakat sadece 2 ruh benimsenebiliyordu.
(PMG)
YN: Aşırı benzetmeyeydin aslanım :D
Dang Fao ne yapacagını umutsuz bir şekilde düşüyordu, dinlenmek istese de labirentin içindeki Ki'ler her saniye yükseliyordu.
Şu anda dinlenmek ölmekle eşdeğerdi.
-
Dang Fao uzun bir süre yürüdükten sonra labirenttin sonunu görmüştü, az bir ışık devasa kapının önünden yeri aydınlatıyordu.
Dang Fao devasa kapıyı eliyle iktirdi ve kendi geçecek kadar yer açtı.
Dışarı çıktığında yeşiller sadece dış kısımda bulunuyordu.Tapınagın merdivenleri sonsuz gibi görünüyordu, yavaşca merdivenlerdem inmeye başladı.
Merdivenleri indiğinde kalabalık bir topluluk belirdi.Çogu kılıç ve zırh satıyordu.
Yanında hiç parası olmadığı için ne yapacağını bilmez bir halde insanlar arasından geçmeye başladı.
Dang Fao üzerindeki kıyafetleri nedeniyle çoğu kişi yanından geçerken Dang Fao'ya gülüyordu.
Dang Fao umursamaz bir şekilde kalabileceği biryer arıyordu.
Uzun bir süre yürüdükten sonra Dang Fao, dağlık bir alana rastladı.Dağın Dang Fao'nun bulunan kısmındaki alanıda bir tabela vardı.Üstünde,"Mao Yılan Dağı" yazıyordu ve uzunca vadiler gözde eşsiz bir manzara bırakıyordu.
Dang Fao geldiği yola geri baktı ve yeniden dağa gözlerini çevirdi.
Son macerasından bu yana fazla bir süre geçmemişti.Şimdilik kalacak bir yer Dang Fao için kafiydi, şehir-içi oldukça geniş bir alanda dağılan pazarlarla kaplıydı.Tek fark Dang Fao'nun giysisiydi.Fakat daha bir çocuk olduğu için çoğu kişi Dang Fao'yu azarlamıyor ya da ona kızmıyordu.Aslında bunu herkes komik buluyordu.
Dang Fao bir kafeye rastladığında çocuksu bir heyecanla içeri girdi, içerisi geleneksel süslemelerle kaplıydı.Kanepeler 4 yerde ortada bir masa ve gözünüze çarpan güzel bir kız müşterilerle konuşuyordu.
Dang Fao'nun önünde uzunca bir sıra vardı.Kız, Dang Fao'nun eski halinden biraz kısaydı.Göz kararıyla 1.73 boylarındaydı.Dang Fao buraya geldiğinden beri fark etmedi fakat şu anda ülke içerisinde büyük bir kargaşa vardı.Çoğu gelişim uzmanı varisi aramak için şehir içinde konumlandırılmıştı.Bulunduğu gibi imparatorun sarayına yollanılacak ve asimile edilecekti.
Kısa bir süre sonra Dang Fao kızın önüne geldi.Kız konuşmaktan yorulmuştu, karşısında küçük bir çocuk olduğunu görünce şaşırmıştı.Dang Fao, "Bu kafede kalabileceğim biryer varmı ?"dedi ve kızın gözlerine bakmaya başladı.Kız ilk önce güldü ve Dang Fao'ya baktı, "Odalarımız 2 kişilik, ailenle birliktemi kalacaksın" dedi ve muzip bir şekilde Dang Fao'ya bakmaya devam etti.
Dang Fao," Benim adım Dang Fao'dur." dedi ve kızın önünde başını eğdi.Kız, Dang Fao'nun söylediği şeye anlam veremeyip geri çekildi."Benim adım Dei Lue'dir." dedi fakat başını eğmedi.Dang Fao giysisini yaparken aslında önemli bitkileri kullanmıştı.İleride para ya da simya için lazım olacak herşey şu anda giysisindeydi.Kök seviye bir bitki yaprağı bile buradaki bir odayı kiralamak yerine almasını sağlıyabilirdi.Fakat şu anda kalacak biryeri yoktu.
Kök seviye yaprağı masanın üstüne koyup Dei Lue'ye bakmaya başladı.
Dei Lue bitkiler hakkında bilgisi olmasada salgıladığı aura kök seviyesinde olduğunu görünce nutku tutuldu.Dang Fao ise arkasına baktığında çoğu kişinin kendisini izlediğini gördü.Üstündekinlerin çoğu yüksek seviye ve kök seviye olduğundan birbirlerine karışık birşekilde auralarını bastırıyorlardı fakat açığa çıktığında artık aurayı saklayamazdı.
Dei Lue elinde anahtar ve mekansal yüzük ile geri döndü.
Şu anda kafede büyük bir sessizlik hakimdi.Kök seviye bitkiler çöpte yaşıyan birilerinin ev almasını sağlıyabilirdi.
Dei Lue, Dang Fao'ya anahtarı verdi ve bitkiyi mekansal yüzüğüne koydu.Dang Fao merdivenlerden çıkarken Dei Lue, Dang Fao'nun kim olduğunu merak ediyordu.Bir soylu olabilirmi diye düşündü.

Tinnan Bölüm 3


Yazan: Tinnan



Dang Fao bilinçsiz bir şekilde yerde yatarken ruhlar etrafına doluşmuştu, birbiri ardına hepsi değişik kelimeler söylüyordu."Bu o", "Ölmesi gerek!", "Felaket!", "Yeniden doğmuş!", "İmparatoru görmemeli!" diyerek Dang Fao'nun etrafında turlar atıyorlardı.
Dang Fao uyandığında bütün ruhlar kaybolup kaplarına saklandılar, ayağa kalktığında ise odayı incelemeye başladı, odanın içi kapı gibi altınla kaplı değildi geniş ve kalın duvarlarla örülmüştü.Odanın içinde bir mezar ve çeşitli iskeletler vardı, yan bölmelerde ve yukarı raflarda değişik nesneler vardı.
Dang Fao mezarlığa ilerledikçe her adımında raflar titriyordu.
Dang Fai mezarlığın önüne geldiğinde yavaşça mezarlığın kapağını iktirdi.Kapak yarısına geldiğinde içinde bir iskelet ve üstünde broşür gördü.Ruhlar çıldırırcasına rafları titretiyordu.Dang Fao iskeletin kim ve ne olduğunu anlamamıştı.
Bröşürün kapağında altın ve değişik ejder figürleri vardı.
Dang Fao broşürü alıp kapagını açtı ve içindeki küflenmiş kağıdı açtı.Kağıt aniden sanki çanlıymış gibi odayı karanlık bir aurayla doldurdu.Ve Dang Fao'yu başka bir aleme götürdü.
Dang Fao karanlık bir yüzeyde gibiydi.Yağmur Bulutlarının tepesinde muhteşem bir rüzgar bedenine değişik dokunuşlar yaparak yanından uzaklaşıyordu.Aniden önünde broşür ve arkasında ise bir ruh belirdi.Ruh Dang Fao'ya küçük bir böcekmiş gibi bakıyordu.
*Ruh, havayı yaran bir sesle, "Ben senin babanım" Y.N: Hep bunu yapmak istemişimdir.
Ruh, havada gezinip Dang Fao'nun önüne geldi ve yavaşça 2 parmağını da Dang Fao'nun beyin kapakcıklarına dokundurdu.
Dang Fao içinde karanlık bir dünyanın oluştuğunu sandı.Karanlık aura bütün bedenini sarıp dantian merkezini yeniden oluşturdu.Bütün kanalları büyük bir hızla kırılıp evrimleşti.
Bütün bunlar birkaç saniye içinde olup biterken aniden ruh ve evren kayboldu ve Dang Fao içinde buldunduğu odaya geri döndü.
Dang Fao'nun dantian merkezi yeniden oluşmuş ve yeni bir güçle uyanmıştı.
Dang Fao bütün kaslarının yandığını hissetti.
Ani bir acıyla yere yığıldı ve bağırmaya başladı.
Her saniye acısi artıyor ve kanalları hızlı bir şekilde kırılıyordu.
Birkaç saat sonra kan ve ter içinde kalmış bedeni karanlık ruhlarla besleniyordu.
Ruhların korktuğu şey başına gelmişti.
100'den fazla ruh Dang Fao'nun dantian kanalına hücum ediyordu.
Bütün ruhlar çığlık çığlıga odanın içerisinde uluyordu.
Son ruh Dang Fao'nun dantianına karıştığında bütün kasları ani bir rahatlamayla kasıldı ve geriye uyuşmuş bir beden kaldı.
Dang Fao haraket etmeye çalışsa da bütün bedeni acı ve rahatlama hissiyle geriliyordu.
Bedenindeki kaslar ayağı kalkmaya hazır olduktan sonra Dang Fao ayağı kalkıp kapıdan dışarı adım attı

Tinnan Bölüm 2


Yazan: Tinnan









Dong Fao'nun bilinci yerine gelince esniyerek etrafına baktı ve eski anıları zihnine akmaya başlamıştı.Teknikler, Dong Dao Klanı, ustası ve diğer herşey teker teker zihnine kazınmaya başladı.Dong Fao'nun son anıları zihnine kazınınca birkaç dakika olanları hazmetmeye çalıştı.
Vücudunun ilahi bir güce sahip olup olmadığını kontrol etmek için meditasyon yapmaya başladı, içinde oluşan Ki yeni yeni toplanmaya başlıyordu.Başlangıç seviyesine geri dönmüştü.Fakat içindeki Ki aniden atmosferdeki elementlerle kaynaştı ve değişik basınçların etkisiyle 2-3 kat daha fazla artmasını sağladı.Dong Fao şaşırarak Ki seviyesini ölçtü, hala başlangıç seviyesinde olsa da büyükusta seviyesinde ki Ki basıncını ortaya çıkartıyordu.Dantianı, genişlemiş ve farklı bir renge bürünmüştü.
Ayağı kalkıp bir ağaca yumruk attı, elinde birşey hissetmese de ağaçta da birşey yoktu.
Vücudu Dahi seviyesinde değildi veya bir Savaşçı niteliğinde birşey yoktu.Fakat gösterdiği basınç olağanüstüydü.
Dong Fao eski hayatını tekrar yaşamak istemiyordu.Hiç okula gitmemişti.İlk amacı bir okula girip kendini geliştirmekti.Yeterince savaş deneyimi vardı, kök seviye bir gelişimciyle karşılaşsa sonuç berabere olurdu.
İlk önce ormandan çıkmalıydı, uzunca bir süre ormanın içinde yürüdü.Burada değişik bitkilerde vardı.Simyacılar için burası kesinlikte cennetti.Eline geçen her bitkiyi topluyordu.Şansına bir yüksek-seviye bir bitki bile bulmuştu.Eski hayatında olsa bunları teker teker mekansal yüzüğüne koyar ve ülkesine gidince ferah bir şekilde yaşardı.Fakat mekansal yüzüğü uyandığında parmağında yoktu, biraz daha ormanın derinliklerine ilerleyince devasa bir tapınak gördü.Tapınağa biraz ilerleyince sarmaşık ve daha yüksek seviyeli bitkilerin olduğunu gördü.Tapınağın merdivenleri yukarıda bitiyordu fakat en yukarıda taşlarla kaplı bir yapı vardı.
Tapınağın merdivenlerinden çıkınca taşlarla kaplı yapının bir kapı olduğunu keşfetti, kapının kulp ya da benzeri bir giriş aradı.Fakat yoktu, Dang Fao kapıyı iktirdiğinde kapı kendiliğinden açıldı.İçeriden dışarıya büyük bir akım Dang Fao'nun yüzüne akın etti.Dang Fao zorlukla içeri girdi ve açtığı kapıyı kapattı.
Tapınağın kapısını tekrar açmaya çalışınca açılmadığını fark etti, akım kapıyı örtüyordu.Tapınağın yukarısından gelen küçük ışık etrafı aydınlatmaya yetmiyordu.
Karanlığa gözleri alışınca yukarıdan gelen ışıkla gözleri azda olsa içerisini görmeyi başarıyordu.
Aşşağı doğru giden bir merdivenleri fark edince merdivenlerden aşşağı doğru inmeye başladı, her indiğinde sanki tapınaktan birşeyler eksiliyor gibi hissediyordu.Tamamen merdivenlerden indiğinde 4 farklı yol vardı.Uçsuz bucaksız gözüküyordu.Birinci yoldan gitmeye karar verdi.
Tapınak yeraltında bir solucan yuvası gibiydi gittikçe sonu bitmiyordu.
Biraz daha ilerlediğinde birbirleriyle konuşan 2 yaşlı gördü, uzun beyaz cüppeleri vardı.Gelişim uzmanları oldukları cüppelerinden belliydi, en fazla yüksek seviye gibi gözüküyorlardı fakat sağdakinin aurası oldukça farklıydı.
Soldaki yaşlı oldukça sakinken sağdaki sanki gözleriyle hazine arar gibi bakınıyordu.
Soldaki yaşlı, yavaşca öne doğru ileriyle atıldı ve elini yumruk şekline getirip sessizce,"9 Yıldız Alevi" dedi ve elinde muhteşem büyüklükte alev ile kapıya vurdu.Kapı azıcık bile oynamadı.Sağdaki ileri çıkarak kılıcını kınınından çıkarttı ve arkaya doğru gerildi, ışık hüzmesi bir anda kapıya uçtu sonra yavaşlıyarak kılıcını şimşek gibi kapıya vurdu.Kapı biraz oynasa da bunu belli etmedi.Biraz sonra 2'si de gözlerinden açıkça belli olan hayal kırıklığıyla geri çekildiler ve kayboldular.
Dong Fao saklandığı yerden çıkıp neye vurduklarini görmek için ilerledi.
Dong Fao altın bir kapı olduğunu fark ettiğinde şaşırmıştı.
Geri çekilip elini altın kapıya yakınlaştırıp uzaklaştırdı, "Gizli Teknik"derin bir nefes aldı"İlahi el" vücudundaki bütün kaslar gevşedi ve etrafında ki bütün tozlar oynamaya başladı.Elini geri çekip altın kapıya savurdu fakat vurmadan geri çekti.Bu gizli teknik başlangıç seviye tekniğiydi.Kapalı ortamlarda yapılınca kişinin gücunu arttırıyordu.Bütün tapınaktaki rüzgarlar kapıya basınç yaptı ve altın kapı Dong Faonun görebileceği kadar açıldı.Kapıyı açmak için gerekli olan güç değildi.Bunu ögrenmiş oldu.
Yere oturup meditasyon yapmaya başladı.Gizemli atmosfer yeniden Dong Fao'nun etrafında oluştu.
Yazan: Tinnan




Meditasyon bünyeye kendi su ihtiyacini sağlıyordu fakat yiyecek için böyle bir kelime sarf edilemezdi.Dong Fao 1 gün meditasyon yaptıktan sonra topladığı bitkileri yere koydu ve yenilebilir olanlari ayırdı.Dong Fao'nun  üstünde ormandayken yapmış oldugu geniş agızlı bitki topluluğu vardı.Oldukça orman yerlisi gözüküyordu.Çocuksu bedeni uzun saçlarından olusuyordu.Oldukça tatlı bir yüzü vardı.
Tahmini olarak 1,30 boylarındaydı ve 7-8 yaşşlarinda gözukuyordu.
Meditasyonu süresince çoktan orta-seviye olmuştu.İlerleme hız gerçekten muhteşemdi.Yenilebilir bitkileri yedikten sonra altın kapıya yaklaşıp zihninden orta-seviye bir teknik taradı.Altın kapı fiziksel ve basınçsal güçle açılıyordu.Fiziksel güçle alakalı çok az  teknik yapmıştı.Fakat hepsini mükemmeleştirdiği için hepsi kendi seviyelerinin üstünde bir performans gösteriyordu.Gizemli teknikler ise kaslarla alakalıydı.Dışsal ve etraftaki elementlere uyum sağlıyarak çalışılıyordu.Yüksek seviye dışsal tekniklerin sahipleri Büyükusta seviyesindeki kişilerle aynı sayılabilirdi.Fakat Ondan yukarisiyla göz göze bile gelemezdi.Az önceki 2 yaşlı kök seviye bile değillerdi.
Dong Fao yeniden gerilip bu sefer iki kolunu da kapıya dogru uzattı.Dirseklerini açıp avuç içlerini kapıya yakınlaştırdı."Ejder Kralın Avuç İçi" diyip kapıya yavaşça avuç içini dokundurdu.Dokunduğu anda büyük bir enerji kapıya çarptı.Kapı ne kadar dayansa da birkaç saniye sonra dayanamayıp az öncekinden daha fazla açıldı Dong Fao ani bir çeviklikle kapıya gird.Fakat kasları 2 tekniğe dayanamayıp yırtıldı ve büyük bir acı içinde Dang Fao yere yığıldı.

26 Haziran 2016 Pazar

Tinnan Bölüm 1


Yazan: Tinnan'a Teşekkürler




Çölün kaynayan kumları üzerinde yavaşça yürüyen adam, kırmızı saçları ve kafasındaki örtüden sarkan saçları yakışıklı yüzüyle birleşiyordu.2 Aydır bu kumlar üzerinde bulunan bir imparatorluğu arıyordu, fakat imparatorluk uzun süre önce yıkıldığı için nereyi arayacağını ya da ne yapacağını bilmez bir halde çölde ayakları onu nereye götürürse gidiyordu.
Hergün mekansal yüzüğündeki stoğundan yemek ve su ihtiyacını karşılıyordu, mekansal yüzük Dong Dao klanının ona bahşettiği bir armağandı.4 Yaşında ilk tekniğini yazmıştı ve şu anda ilk tekniği kendi ülkesi içinde 6. seviye bir teknik olmuştu, fakat çoğu kişi bu tekniği anlamadan kapatıyordu.Dahice yazılmış bu teknik Dang Fao'nun bir anda ününün yükselmesine neden olmuştu.
Çöl üzerinde değişik köyler bulunsada Dang Fao bu köylerin hangi tarafta ya da nerede olduğunu bilmeden belirsizlik içerisinde yürüyordu.Şu anda bir teknik kullanırsa kendini belli eder ve bütün teknik kullanılıcılarını üzerine çekerdi.Bu yüzden Dang Fao imparatorluğu yürüyerek bulmak zorundaydı.
Uzunca bir süre yürüdükten sonra yürüdü ve görevi iptal etmeyi düşündü fakat evrimleşen bir simya tekniği için ustasından bilgi alması gerekliydi.
3-5 Günlük yürüme mesafesinden sonra uzaklarda bir köy göründü, Dang Fao koşarak köye doğru gitmeye başladı.Burada bazı ipucular bulabilirdi.
Köye vardığında onu karşılıyan 1-2 meraklı gözden başka birşey değildi.Etrafta kalabalıktan iz yok ve en küçük dükkan veya birşeyler satan yerler yoktu.Kerpiç evlerle dolu.Geçimini hayvancılııkla geçiren birsürü insan develerini otlatıyor, satıyordu.
Köyde işe yarar birşey bulmak için Dang Fao etrafı keşfetmeye koyuldu.Her kerpiç evi döndüğünde yine karşısına sadece "Umutsuzluk" çıkıyordu.
Köyden umudu kesip gölgelik bir ağacın altına oturdu ve meditasyon yapmaya başladı, etrafındaki kum, Ki nedeniyle sabit dursada atomları içinde hızlanıyordu.Ki damarları içerisinde yolculuk yapıyor ve dantianına sonrada bütün vücudundaki kas ve kemiklere dağılıyordu.Etrafında bir atmosfer oluşturmuş gibi sessiz ve sakin meditasyonunu gerçekleştirdi.
Günışırken Dang Fao ayağı kalkıp köyden uzaklaştı, görevi iptal edecekti.İmpratorluğun bir efsane olduğu belli olmuştu.Yine de efsane olduğu haberi ustasından birkaç parça bilgi koparmasına belki yetebilirdi.
Mavi Kanat tekniği ile havada süzülmeye başladı, gelişimcilerin onu fark etmesi umrunda değildi, zaten görevi başarısız olduğu için birşey saklamak zorunda değildi her gelişimciyle karşılaşma ve kaçma konusunda yeterli bir savaş deneyimi bulunuduruyordu.
Mavi Kanat tekniği ile hem uçuyor hemde etrafı tarıyordu, görevi aklında bitirsede bir bilgi için herşeyi göze alabilirdi.
Uzunca birsüre uçtuktan sonra yağmur ormanları göründü, fakat ortasında yağmur ormanları ve çölün kesiştiği noktada birşey parlıyordu.Dang Fao meraklanarak parlayan şeyin yanına gitti.Bu bir sopaydı, altın kaplamaları ve üzerindeki çin aslanı bulunduran bu sopanın bir ucu çöl ve toprağın içindeydi.
Dang Fao sopayı inceledikten sonra, belki bir düzemsel bir kilidi olmasından korktu.Bir ruhu çıkarmak ve uykusundan uyandırmak ölümle son bulabilirdi.Fakat korkunun ecele faydası yoktu.Dag Fao elini uzatarak sopaya dokundu.
Aniden etrafta ki atmosfer değişti hava karardı ve yağmur yağmaya başladı ve kükremeler ardı ardına atmosferi yarıyordu.Hava da yılan ejderler dönmeye başladı birbiri ardına değişik şekiller oluşturmaya başladılar.Dong Lao bu efsane yaratıkları ilk görüşüydü.Ejderhalar her döndüğünde hava parçalanıyor ve kulakları sağır eden bir ses duyuluyordu.Ejderhalar düzlemsel bir şekil oluşturduğunda hava düzeldi ve auralar ejderhaların etrafında çılgınca dönmeye başladı.
Ejderhaların üstündeki Ki fırtınalar oluşturuyordu.Fırtınalar durduğunda bir çocuk aşşagı doğru süzülmeye başladı çocuk aniden gözlerini açtı ve Dong Lao'nun önünde belirdi.Dang Lao korkudan ne yapacağını bilmeyerek oracıkta son nefesini verdi ve çocuğun içine doğru çekildi.
Çocuğun en sonunda gözleri kapandı ve yere yığıldı.Dong Lao'nun yüzüne tanrılar gülmüştü...fakat o bunun farkında değildi.Sopa ise olduğu yerde kayboldu ve hiçbir iz bırakmadı.

24 Haziran 2016 Cuma

PMG Bölüm 50


Çevirmen: IHATEPANDA
Editörler: Bebebiskuvisi ve chinjoka
_________________________________________________________________________
ÇN: Arkadaşlar bu bölümü çevirirken aralara küfürlü notlar yazmamak için kendimi zor tuttuğumu bilmenizi istedim. Ama artık dayanamıyorum çevirirken sinir krizleri geçirdim cidden, ben böyle yazarında, böyle karakterinde ta… Ayrıca bunu çinceden ing ye çeviren çevirmeninde evveliyatını…

Çeviride yardımcı olan bütün arkadaşlarıma teşekkür ederim.

💜ÖYKÜ💜

Önceki Bölüm                                                                                                     Sonraki Bölüm
_________________________________________________________________________


Peerles Martial God Bölüm 50: Son derece güçlü



Lin Feng küçümseme dolu bir ses tonuyla, “Ne yapmayı düşünüyorsun? Sen tam olarak kim oldugunu sanıyorsun da bana bu şekilde emir verebiliyorsun?” dedi.

Kalabalıktaki son kişiye kadar herkes, işlerin daha çılgın bir hal alacağını düşünmeye başladı. Bu iki çılgının birbirine tam uyduğu görülüyordu. Lin Feng bu insanların gözünde önemli değildi ve sonuçta, hala onu aşağılıyorlardı.

Ondan nefret edenleri ve onun güvenebileceği kişilerin kimler olduğunu görmek istedi. Gerçek müttefiklerinin ve düşmanlarının kim olduğunu bilmek, gelecekte onun için işleri çok daha basit hale getirirdi.

Bai Yuan Hao yüzünde kötü bir gülümseme ile; “Ne yapmayı mı düşünüyorum?” dedi. Lin Feng ile alay etti ve dedi: “Seni kullanıyorum. Evcil köpeğimden başka bir şey değilsin… ve yapmak istediğim şeyi bana sormaya cüret ediyorsun?”

“Qiu Lan, benimle gel, buradaki insanlar hakkında harika olan hiçbir şey yok. Onların gücü çok olsa bile, emirlere itaatsizlik etmeye cesaret ettiler.” Qiu Lan alaycı bir gülümseme ile başını salladı ve sonra: “Duo Ming, sen benim kardeşime karşı mücadele edemezsin. Asla ona karşı savaşmamalısın. Şimdi aşağı gel, tamam mı?” dedi.

“Kardeşim?” kalabalık şaşkındı. Qiu Lan aniden vahşi ve kibirli genç adamla konuştu; “Kardeşim”.

“Buraya sadece yıllık turnuvaya katılmak için geldim, hepsi bu. Ben kimsenin kontrolü altında değilim.” Lin Feng eklemeden önce soğuk ve tarafsız bir şekilde şunları söyledi: “Rakibi olsam da olmasam da, sonuçları çok erken çiziyorsun.”

“Hehe, Yangzhou Şehri gibi küçük bir yerde, şaşırtıcı bir şekilde, benimle, Qiu Yuan Hao ile, bu şekilde konuşmaya cüret eden biri olacağını düşünmezdim. Gerçekten aşırı cüretkâr.”

Na Lan Xiong ayakta ve son derece şaşkın bir şekilde “Qiu Lan, Qiu Yuan Hao, ailenizin adı Qiu mu?!” diye sordu.

“Tahmininiz doğru,  Aynı adımız. Aynı zamanda Qiu Lan ve ben bir zamanlar Yangzhou şehrindeki Qiu Klanının üyeleriydik. Bir gecede senin klanın bizim Qiu Klanı’mızı suyun altındaki ateş gibi yok etti.” Qiu Yuan Hao’nun ifadesi buz gibiydi ve öfkeyle Na Lan Xiong’a bakıyordu. “O yıl, Qiu Klan’ının her üyesi son derece güçlüydü, birçok dahiye sahipti… Hepsinin son derece güçlü ruhları vardı. Yangzhou Şehri’nin en güçlü klanı haline gelmişti. Ama, hiç kimse, Qiu Klanı güçlendiği için, Na Lan Klanı’nın bu kadar korktuğunu düşünmemişti. Bir gecede Qiu Klanı’na sürpriz bir saldırı gerçekleştirip üyelerimizi ve ailelerimizi katlettiniz. Neredeyse herkesi öldürdünüz ve soyumuzu tükettiniz. Bu kan borcunu unutmadınız değil mi?”


Kalabalık korku içinde titredi. Qiu Yuan Hao ve Qiu Lan geçmişte Qiu Klanı’na aitti. Kalabalıkta bulunan herkes son derece güçlü olan Qiu Klanı hakkındakileri duymuştu. Hayati Altın Ruhları bile…   Qiu Klanı durdurulamaz bir kuyruklu yıldız gibiydi, kimse onları yenmeyi başaramazdı ve onlar çok ünlüydü. Ama bir gecede, Yangzhou Şehri’nden, hiç bir iz bırakmadan tamamen kayboldular. Bazı insanlar, bütün klanın başka bir yere taşındığını düşünmüştü. Bazı insanlar da bilinmeyen bir düşman tarafından yok edildiğini düşünmüştü. Ama kalabalıkta hiç kimse, Qiu Klanı’nın  Na Lan Klanı tarafından yok edildiğini düşünmemişti. Sadece onları katletmemiş, son derece mükemmel bir şekilde tüm kanıtları da yok etmişlerdi.

Na Lan Xiong’un kalbi yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu. Öfke ve hiddet ile doluydu. Gözleri öldürme niyetiyle parlıyordu, asla Qiu klanından birisinin kurtulabileceğini düşünmemişti.

“Ne? Onları öldürerek tanıkları susturmak mı istiyorsun?” Qiu Yuan Hao yüzünde şeytani bir gülümseme ile eklemeden önce şunları söyledi: “Na Lan Xiong, ben çok heyecanlanmamanızı tavsiye ederim. Klanınız, Na Lan Klanı, uzun bir süre, var olmaya devam edecektir. Benim gelip intikam almam için bekleyin. Beni, klanınızı yok etmem için bekleyin. Belki yarın ya da yarından sonra bir gün, sizin klanınızın adı, Yangzhou Şehri’nde daha fazla var olmayacak.”

Na Lan Xiong, soğuk bir şekilde gülümserken “Öyle mi? Bizi, Na Lan Klanı’nı, ortadan kaldırdığını görmek istiyorum.” dedi.

“Baba!” o anda, Na Lan Feng tekrarladı. Tüm herkesle beraber babasına şaşkın bir şekilde bir süre bakakaldı. Qiu Yuan Hao’nun sözleri yalan değil gibi görünüyordu. Muhtemelen onu desteklemek için arkasında büyük bir güç vardı. Aksi takdirde, Na Lan Feng  böyle tedbirsiz olmazdı. O, onlardan korkmuş görünüyordu.

Na Lan Feng soğuk bir ses tonuyla “Bai Yuan Hao, bana dokunabileceğine inanmıyorum.” dedi.

“Seni öldürmeye cesaret edemem, ama kesinlikle sizi aşağılamaya cesaret edebilirim. Bugün, benim klanımı Qiu Klanını’nı, Yangzhou’da yeniden parlatmak ve insanların senin klanının nasıl pis ve kötü olduğunu göstermeye geldim. Senin iğrenç klanını. Bekle ve gör, Yangzhou Şehri’ne tekrar geldiğim gün senin klanının yok olduğu gün olacak.” Qiu Yuan kendisiyle gurur duyarak şöyle dedi: “Pekala, siz üçünüz ça şeylerekluğa  edindevam… Yangzhou şehrinin dahileri, haha, ne kadar saçma, ne kadar eğlenceli!

“Eğer düşman varsa intikam almak gerekir. Ama beni bir basamak olarak kullanmamalısın.” Qiu Yuan Hao’ya bakarken Lin Feng dedi ve sonra ekledi: “Turnuva bittikten sonra, senin sorunların beni ilgilendirmiyor.

Qiu Yuan Hao şeytani bir şekilde sırıtarak, “Ne kadar salak ve aptal. Kim olduğunu sanıyorsun sen? Ben, Qiu Yuan Hao, seni öldürmemi istiyorsan, o zaman seni öldürürüm. Senin gibi değersiz bir köâeâ hala gösteriş yapmaya cesaret edebiliyor. Koca çeneni kapatmak istemiyorum çünkü, sonsuza kadar burada kalman için bir mezar yapmak gerekir.” dedi.

Lin kötü (şeytani) bir ton ile kafasını sallayarak, “Değersiz bir köpek? İstersen beni öldürebilirsin? Ne kadar cahil.” dedi. Qiu Lan ve Qiu Yuan Hao yoğun ve derin nefretle doluydu. Bu nefretin nereden ve nasıl geldiğini anlamalıydı. Bu nedenle, onlara saygı göstermişti ama Qiu Yuan Hao, herkesten daha iyi olduğunu düşünerek hakaret etti ve Lin Feng’i küçük düşürmeye devam etti. Bu şekilde olduğu için, Lin Feng’in, onun nefretini anlamak ve ona merhamet göstermek için hiçbir sebebi yoktu.

Qiu Yuan Hao küstah bir şekilde, “Yangzhou Şehri’nin dahileri? Bugün, sizin sadece bir grup çöp olduğunuzu herkese göstereceğim.” dedi. Sonra ruhunu dışarı yaydı, hemen, tüm vücudu güneş ışınları gibi muhteşem, altından bir ışık ile kaplandı. Arenanın üstü kapalı olmadığından, güneş ışığı onun ruhu üzerinde kırıldı ve onu daha görkemli kıldı. Kalabalıktaki insanlar bu muhteşem görüntü karşısında hayrete düştü. Onun ruhu, Na Lan Feng’in altın İlahi Kol Ruhu’ndan bile daha göz kamaştırıcıydı.

Kalabalık hayretler içinde “Bu gerçek bir altın ruhu, ne kadar harika!” dedi. O anda, Qiu Yuan Hao’nun vücudu, altından devasa ve yenilmez bir dağ gibi görünüydu.

“Na Lan Feng, sen kendini dahi olarak ilan ettin çünkü altın ilahi Kol Ruhu’na sahip ve son derece kibirlisin. Dene ve bana karşı bir mücadele ver.” Qiu Yuan Hao’nun uzun saçları havada sallandı. Tüm vücudunu saran altın aura ile birleştiğinde, görkemli oldu… Kalabalığa yenilmezmiş gibi bir his yayıyordu.

Herkesi sarsan sahne çok ağırdı. Tüm kala zaten onıyordu baktı ve onun ne kadar güçlü olduğunu çoktan anlamışlardı, böyle bir mesafeden yaptığı saldırının, karşısındaki kişiyi ne kadar etkileyebileceği görebiliyorlardı.


“Yenilmez Altın Vücut” Qiu Yuan Hao’nun Qi’si son derece güçlü ve inanılmaz gürültülü bir ses çıkardı. Daha sonra Na Lan Feng’e doğru yumruk attı ve o yumruk ölümcül olacak gibi görünüyordu. Yenilmez Altın Vücut, Qiu Yuan Hao’nun kazara bulduğu bir beceriydi. Xuan kategorisinde en düşük becerilerden biriydi. Ayrıca, onun altın Vücut Ruhu ile birleştiğinde, daha da güçlü oldu. Saldırı gücü gerçekten şaşırtıcıydı. Ruh ve tekniğin birleşimine dayanarak, Qiu Yuan Hao, benzer güçteki birçok uygulayıcıyı öldürebilirdi.

“İlahi Yumruk.” Na Lan Feng, Qiu Yuan Hao’nun saldırmak için ilgili olduğunu görünce, o da aynı şeyi yaptı ve yüksek sesle bağırarak bir saldırı başlattı. O, İlahi Kol Ruhu ile ona rakip olarak ruhunun çok daha zayıf olacağını düşünmüyordu.

“BOOM, BOOM….”

Güce karşı güç. Tüm atmosfer titriyordu.İki altın yumruk arasında, görkemli bir Qi çarpıştı ve hava kesilip ıslık gibi bir ses çıkardı. Sonra atmosfere vuran şiddetli bir kasırgaya dönüştü.

“Seni ezeceğim.” Qiu Yuan Hao’nun vücudu üzerindeki parlak altın ışık daha parlak hale geldi. İnanılmaz gücü, tüm yumruğunun etrafında ortaya çıktı. Na Lan Feng inledi ve on adım geriledi. O, şimdi ağır nefes alıyordu. Halen Qiu Yuan Hao’ya bakıyordu. Onun yüzünde hala soğuk ve kibirli bir gülümseme vardı. Nefes alış verişi normaldi ve onda yorgunluktan tek bir işaret yoktu. Yangzhou Şehri’nin kibirli ve prestijli kızı böyle bir rakibin tek bir saldırısına bile karşı koyamadı. O, zaten bitkin ve çökmek üzereydi.

“İlahi yumruk güçlü.” İlahi Yumruk son derece güçlü bir saldırıydı ama Qiu Yuan Hao’nun Altın Vücut ruhu daha mağlup olmamıştı. Çok daha dayanıklı ve kıyaslanamaz biçimde daha güçlü. “Sen kendini bir dahi olarak çağırmaya cesaret ettin. Bu tür bir aptallık, Yangzhou Şehri gibi küçük bir şehirde mümkündür. Sadece böyle sefil bir yerde, küçük bir oyun ve otorite gösterisi yapmak, hepsi bu.” Sonra döndü ve Lin Feng’e ve Lin Qian’a baktı. “Bu sahnede ikiniz olmalı, size bir ders vermeyi umursamıyorum, kendiniz hakkında abartılı görüşleriniz olduğunu, anlamanızı istiyorum. Ayrıca ben de tüm bu insanlara, bu kendilerini dahi olarak çağırmaya cüret eden işe yaramazların ne tür insanlar olduğunu göstermek istedim.”

Qiu Yuan Hao, son derece kibirli ve gücünden emindi. Onun düşüncesine göre Yangzhou Şehri’ndeki herkes, işe yaramaz çöp parçasıydı. Aslında, Na Lan Qiu’yu tek saldırıda yenmişti bu yüzden küstah ve kibirli olmak için hakkı vardı. “Bu genç adam gerçekten olağanüstü bir yetenek. O, otantik bir deha ve çok güçlü.” O bir tanrıymış gibi, kalabalık Qiu Yuan Hao’ya bakıyordu. Onun gücünün inanılmaz olduğunu düşündüler. Kalabalığın kime karşı inancı varsa, sefilce Qiu Yuan Hao’ya karşı kaybetti, ne tür bir insan böyle bir güce sahip olur?

Dokuz Bulut Kıtası’nda, yalnızca güçlü uygulayıcılar desteklenirdi. “Peki sana ne demeli? Yaptığın, Yangzhou Şehri’nde otorite gösterisi yapmak değil mi?” O anda, Lin Feng’in,  Qiu Yuan Hao’nun suratına sanki doğrudan tükürür gibi konuştuğunu duyan kalabalıktaki herkes, son derece şaşırmıştı. Gerçekten cesur, Qiu Yuan Hao’yu küçük düşürmek için aniden cüretkar davranmıştı.

Qiu Yuan Hao kayıtsız görünüyordu ve hatta gözlerinde bir alay ifadesi vardı. Sonra dedi ki: “Şuna bak, ne kadar cesur. Bir kez daha, küçük köpeğim rolü oynuyorsun. Bu sefer sana merhamet edeceğim, seni öldürmeyeceğim. Ancak, küstahlığının cezası olarak, hayatını cehenneme çevireceğim ve senin kokuşmuş ağzını parçalayacağım.”

Lin Feng sırıtarak, Qiu Yuan Hao ile alay ederken “Küçük köpek, kokuşmuş ağız … Senin kelime haznenin ne kadar büyük ve zengin olduğunu keşfettim. Ancak hayatını, küçük bir köpekçik olarak geçiren biri olduğunu düşünüyorum.” dedi. Qiu Yuan Hao’nun ruhu güçlü olmasına rağmen, onun gücü Ling Qi’nin ilk katmanındaydı, aksi halde, onun yumruğu bir an önce, Na Lan Feng’in geri birkaç adım atmasına neden olamazdı.


“Seni öldüreceğim!” Qiu Yuan Hao bağırdı. Diğer insanlara isim vermeyi severdi ama diğer insanlar tarafından lakapla çağrılmak en çok nefret ettiği şeydi… Vücudu altın bir ışık yaymaya başladı ve Lin Feng doğru atıldı…
_________________________________________________________________________

18 Haziran 2016 Cumartesi

AN Bölüm: 11



Angoria Bölüm: 11 – Kung Lao

Ne yani bu kadar mı gücün seni böcek parçası?!” diye bir ses eski bir binanın yakınından duyulmuştu. Bir kaç kişinin daha mırıldanması ile etrafta bir çok insanın bulunduğu belli olabiliyordu.

Tch... Bir çöplükten ancak bir böcek doğabilir değil mi?” diye bir başka ses aşağılayıcı tonu ile konuşmuştu. Shimao Che gözlerini açtığında kendisini bir ağacın dibinde yere yığılmış bir halde bulmuştu. Etrafında ki kişilerin farklı olmasıyla birlikte yeniden hayat bulduğunu anlamıştı. Gözlerini hızlıca kapattı. Zihninin içine doğru akın eden bilgileri hazmetmeye hazırladı kendisini.

Shimao Che ilk adımda ismini kontrol etmesi gerektiğini düşündü. Bir nefes süresi süren yeni ismi ”Kung Lao” yu öğrenmesinin ardından zihninin daha derinlerine indi ve bu yeni yaşamında ki anılarını birer birer özümsedi.

Kaynak gücü başlangıç seviye iki idi. “Bu kadarı bile yeter şimdilik” diye mırıldandı Shimao Che.  

Hey duydun mu? Böcek bir şeyler mırıldanıyor!

Bu kadarı bile yeterli demek!! Ona biz karar veririz sen değil!!” dedi ve gülerek bir tekme daha vurdu. Bu sırada halen gözleri kapalı olan Kung Lao anılarından nerede olduğunu anlamıştı.

Şuan bulunduğu yer Angoria'nın doğusunda yer alan krallıkların en küçüğü Üç Dalga Krallığında idi. Klanı ise en küçük krallığın en küçük Klanı Kung kalanından başkası değildi.

Kung klanı o kadar küçük ve güçsüz bir klandı ki bir başka klan olan Tengri klanının himayesi altında ancak yaşamlarını sürdürebiliyorlardı.
Ancak bunun bile bir karşılığı vardı. Oda her döngüde bir kez de olsa Dört yeşim altını ödemeleriydi...

Ancak bu sefer tam olarak dört yeşim altını çıkaramamış olan Kung klanı Tengri kalanından özür dilemiş ve bir sonraki yıla daha fazla çalışıp eksik olan parayı ödeyeceklerini dile getirmişlerdi. Bunu yapan ise Kung Lao'nun babası ve aynı zamanda klan lideri olan Kung Liu'dan başkası değildi.

Evlerine dönüş için klan içerisinde misafirlere(!) ayrılmış odalardan eşyalarını toplamıştı ki Kung Lao Tengri kalanından birisi ile karşılaşması an meselesi olmuş. Üstelik bir karıncanın hızı ile üremeleri de yanına kar kalmıştı.

Etrafına bakınmak ile yetinen Kung Lao insanların onun ile dövüşeceğini,  ona zulmedeceklerini düşünmemiş ve saygı ile selamlamıştı. Babasından öğrendiği saygı eklerini ve hallerini kullanmış ve “Neden bana vuruyorsunuz sürekli!!??” çığlıkları eşliğinde dayak aşığı olmuştu.

En sonunda ise çenesine ve karnına gelen iki ardışık tekme içinde vücudu ağaç ile buluşmuş ve ruhunu bedeninden ayırmıştı.

Gözlerini tekrar açan Kung Lao'nun gözlerinde derin bir öfke ve derin bir nefret fışkırıyordu. Önceki hayatında ve bu yeni hayatının ilk anında görmüş olduğu zulüm ve acımasızlık en sonunda canına tak etmişti.

İçinde biriken öfke bir kaplanın postuna daha geniş bir hale bürünmüştü. Gözleri fıldır fıldır dolanıyor ve tanıdığı kişilerin suratlarını görmeyi amaçlıyordu. Gördüğü ilk kişi Tengri Yan olmuştu. Kaşları havaya doğru kalkmış ve dudaklarında istemsiz bir gülümseme mevcuttu. Oldukça güçlü bir aileye sahipti, klanının ikinci elderi olan babası genç yeteneğinin üstüne titriyordu.

Tengri Yan başlangıç seviye altıncı seviyeye yükselmiş, yeni neslin en deha çocuğu olarak çağrılan birisi idi. Yaşı en fazla altı döngü civarında idi. Bu denli erken yaşta başlangıç aleminin altıncı seviyesine ulaştığı için insanlar tarafından sevilir ve sayılırdı.

Gözlerini bir başka noktaya odaklanan Kung Lao, bir diğer tanıdığı insanı görmüş oldu. Gördüğü kişi Tengri Mei’den başkası değildi. Tam karşısında dikilen ve gözlerinden aşağılamanın fışkırdığı belli olabiliyordu. Dudakları Kung Lao’nun gözlerinin içine bakması ile dona kalmıştı.

Şu anki haliyle bile oldukça çekici görünen güzel dudakları, zarif çenesi ve bir eşeğin gözlerinden bile daha güzel gözleri ile ışıklar saçıyordu. Kung Lao kızın ileride bir klan lideri veyahut bir prens ile evleneceğini öyle emindi ki, bir başkası adını sorduğunda vereceği cevap bile bu kadar kesin olamaz idi.

Gözlerinde ki öldürme isteği bir an için bile son bulmayan Kung Lao tanıdıkları içerisinde bir diğeri olan ve sırf kaynak gücü bir miktar fazla olduğu için Tengri ailesi tarafından evlatlık edilen kuzeni Kung Fenlang sinsi sinsi sırıtmakta idi. Tek başına kaldığında bir köpek haline gelen Kung Fenlang bir başka Kung kalanından birisinin ezildiğini gördüğü zaman adeta bir sırtlana dönüşür. Önünde ki kişinin en fazla eziyeti görmesi için elinden geleni yapardı.

Kung Lao burada kendisine yapılmış eziyetin ve cinayetin tek sahibinin Kung Fenlang olduğunu bilmekte idi. Ancak çevresinde toparlanmak olan en güçsüzünün  başlangıç seviye dört olduğu bu ortamda saldırmaya nasıl cüret edebilirdi ki? Sadece bakmak ve ileride yapacaklarını planlayabilirdi.

Bakın böcek gözlerini açmış durumda!!
Bana mı bakıyor o böcek?!
Gözlerin hepsi Kung Lao ve Tengri Yan'a kilitlenmiş. Kung Lao hızlıca kafasını salladı ve “evet sana bakıyorum.” dedi.

Sen kim oluyorsun da senin gibi bir böceğin benim gibi güneşe doğrudan bakabileceğini zannediyorsun?!  Yoksa yediğin dayak yetmedi mi sana?” dedi.

Kung Lao içten bir biçimde gülmek ile yetindi. Kahkahası öyle canlıydı ki duyan insanlar hiç kavga etmemiş gibi zannederlerdi. Kollarına destek veren Kung Lao ağaca sırtını daha sağlam yasladı ve kahkahasını bir bıçak eşliğinde kesti. Öyle ani olmuştu ki insanlar bu ani soğukluğu sebebi ile ürperdi.

Daha önce asla bu denli ciddi görmedikleri uysal ve nazik kedi şuan bir leopara dönüşmüş ve gözlerinin önünde hayat bulmuştu.

Kung Lao burnundan verdiği yavaş bir nefes ile birlikte. “Dayak bir güzel yetti. Nasıl yetmez ki? On İki kişinin zulmüne uğradıktan sonra yetmediyse ya derim kalındır. Yada çok seviyorumdur. İkisi de olmadığına göre... Evet yetti…” dedi.

Hemen ardından ise tekrar derin bir nefes aldı. Kaburgalarının acısı o kadar fazlaydı ki. Ağzından dışarıya doğru akın etmek isteyen kanı zar zor içinde tutabiliyordu. Dudaklarını kıvırdı ve “Sadece yarım döngü içerisinde yapılacak olan bir turnuva vardı değil mi? Öncesinde katılmayacaktım ancak bu zamandan sonra katılacağım üstelik sadece katılmakla kalmayıp...” dedi ve tekrar sustu. Söylediği her kelime ile birlikte dudaklarının arasından kan sızmaya başlamıştı. Kolunu ağzına götürmüş ve yakası ile birlikte ağzında ki kanı silmişti. “Seni o müsabakada alt edeceğim” dedi.

Tengri Yan, Kung Lao'nun her söylediği söz ile birlikte vücudunun ürperdiğini hissetmiş ve alnından aşağıya doğru almakta olan buz gibi terin farkına bile varamamıştı. Sözcükler Kung Lao'nun değil de sanki babasının ağzından dışarıya çıkmıştı.

Ha?!! Yarım döngü sonra yapılacak olan turnuvada beni mi yeneceksin? Böcek bir güneşe bakmak senin aklını eritmiş olmalı haddini bil!!” dedi ve iki büyük adım da Kung Lao'nun hemen karşısında belirdi.

Üstlerine ile konuşurken saygılı davranman gerektiğini o çöp baban sana öğretemedi demek” dedi ve bacağını havaya kaldırıp kendisine doğru çekti. Tüm kaynak gücünü bu darbenin içerisine yüklemiş ve “Yılanın başını küçükken ez” felsefesini iliklerine kadar benimsemişti. Bacağını doğruca ileriye doğru ittiren Tengri Yan ölürken ki çıkacak olan kemik kırılmalarının gümbürtüsünü içinde hissetmek istiyor iken birden bir avucun ufak bacağını engellediğini fark et etmişti.

Darbenin şiddetini engellemiş olan kişi Kung  Xie den başkası değildi. Suratında gülümseme ile “Genç efendi, sanırım bu kadar olay çıkarmak sizin için bile yeterlidir. Lütfen babanızın yanına dönün” dedi ve elinde tuttuğu ayağını yavaşça yere koymuştu.



Sen?!!” diye bağıran Tengri Yan karşısında ki kişiyi tanıdığında ise cümlelerin boğazında düğümlendiğini hissetti. Çünkü karşısında bulunan kişi tüm Tengri klanının yalvarsa da kendi safına çekemediği, Kung klanının ikinci elderi, aynı zamanda ise bizzat Kung Liu’nun özel korumasıdan başkası değildi...



Yazar Notu: Evet bir bölüm geldi :) ancak sevinemiyorum halen işlerim var ve birde Temmuz ile Ağustos arasında bir staj evrem olmuş olacak. Neyse okumuş olmanız güzel acaba Kung Lao ne tür bir ilerleme kaydedecek? Son anda gelen elder başka bir şey yapacakmı? Bakalım ve hep birlikte öğrenelim :) 

YE - 17 - DESHAUN ALEXEİ


Her büyünün kendi özelliği olurdu. Örneğin toprak büyüsü savunması kuvvetli bir element büyüsüydü. Ateş büyüsü saldırıya ağırlık verirken,  su daha dengeli bir türdü. Rüzgâr büyücüleri genellikle destek bölümüne alınırdı takım oluştururken.

Elbette özel büyü türleri de vardı. Aydınlık büyüsü şifacıların yatkın olduğu bir türdü insanların ruhlarını bile iyileştirirdi. Lakin kara büyü onun tam zıttıydı, insanın ruhunu söküp alan kara büyü teknikleri vardı. Böyle muazzam etkilerinin karşılığında özel büyü türlerinde gelişim çok daha zordu. En yetenekli kara büyücülerin bile üçüncü seviyeye geçmesi yıllarını alırdı.

Deshaun Alexei, ikinci seviye bir kara büyücüydü. Hem de on beş yaşında dâhiler içinde dahi bir kara büyücü!

‘’Hemen istiyorum, hemen dövüşmek istiyorum. Onu şimdi ezmek istiyorum.’’

Deshaun’un çığlıklar eşliğinde bağırışı tüm arenaya büyük bir ürperti eşliğinde yayıldı. Drest, Deshaun’un bakışları altında ezdiğini hissetti. İstemsiz olarak geriye kısa bir adım attı.

‘’Bay Alexei, bu kurallara aykırı!’’ diye öne çıktı hakem.

‘’Umurumda değil! Şimdi istiyorum.’’Dedi Deshaun, ellerini iki yana açtı ve dudaklarını, gayet iğrenç bir biçimde, yaladı. ‘’Ruhunu yemek istiyorum.’’

Deshaun hızla ileriye atıldı. Kimse tutamadan karanlık bir gölgeye dönüştü. Arenanın çevresine yayılmış ondan fazla muhafızın arasından geçip Drest’in önüne geldi.

‘’Bu! Bu dördüncü seviye gölge uçuşu tekniği!’’diye bağırdı Bay Lala. ‘’İmkânsız bu yaşta dördüncü seviyeye ulaşabilmek! Dahi olmalı.’’

‘’Evet. Öğrencim tam olarak bu sınıfa giriyor, kızıl pelerin.’’ Dedi bir ses uzaklardan, gökyüzündeki bulutların arasından.

‘’Sen?! Burada ne işin var?’’ Lala ayağa kalkarken öfkeyle haykırmıştı.

‘’Ne işim mi var? Sadece öğrencimin katıldığı turnuvayı izlemek için geldim.’’

‘’Öğrencim? Ne saçmalıyorsun?’’

‘’En son gördüğümde daha zekiydin. Hahaha. Deshaun’dan bahsediyorum.’’ Kahkahası gökyüzünde yankılandı.

’Seni Piç.’’ Lala aniden arenaya koşmaya başladı. ‘’Hey Traidha! Onu sen bile yenemezsin, o canavarın öğrencisini ben bile yenemeyebilirim! Geri çe…’’

Lala’nın konuşması karanlık bir şok dalgasıyla kesildi. Arenadan yayılan dalga tribünlerin büyük bir kısmını oluşturduğu kürenin dışına attı.

‘’Kâbus’a hoş geldiniz.’’ Dedi Deshaun. Tiz bir çığlık attı. ‘’Büyü seviyesi benden yüksek kimse küreme giremez, içinde büyü yapamaz. Bu sizin kâbusunuz!’’ Ustasını taklit eder biçimde bir kahkaha attı.

‘’Öğrencimin istediği dövüşe karşı çıkmazsanız sevinirim bay kızıl pelerin. Başlayabilirsin Deshaun.’’ Dedi gökyüzündeki ses.

Deshaun daha fazla beklemek istemiyordu. Ustasının verdiği emirle birlikte karanlık elinde toplanmaya başladı. Elinde toplanan karanlık saniyeler içinde şekil alıp bir kılıca dönüştü.

Deshaun elindeki kılıca sırıtarak baktı bir süre, sonra yüzünü Drest’e çevirdi. ‘’Her şeyinle gel, Traidha! Çünkü başka türlü sağ kalma ihtimalin yok!’’

‘’Lanet!’’ Drest hızlıca üç rüzgâr kılıcı gönderdi Deshaun’a.

Deshaun kendine doğru gelen rüzgâr kılıçlarına karşılık elindeki kılıcı sallamak la yetindi. Rüzgâr kılıçları Deshaun’un kara kılıcı ile temas ettiği anda dağıldı. ‘’Bu kadar olmamalı!’’

Deshaun canı sıkılmış bir şekilde yüzünü buruşturup Drest’e doğru koşmaya başladı. Koşarken Drest’in gönderdiği Alev ve rüzgâr kılıçlarını sanki basit bir şeymiş gibi elinin tersiyle itiyordu.

Kara büyücü Drest’e iyice yaklaşmıştı. ‘’Drest Traidha! Ölümü kucakla.’’ Dedi ve kara kılıcını Drest’e doğru fırlattı.

Kılıç Drest’e doğru ilerlerken boyu büyümeye başladı.

‘’Bunu yapmak zorundayım.’’Dedi Drest kendi kendine. Kılıç büyüyerek ona yaklaşırken hızla yere eğildi ve iki elini arenanın zeminine koydu. Zemin sallanmaya başladı. Kılıç Drest’e ulaştığı anda yerden bir metrelik bir duvar çıktı. Arena zemininin yarısını kaplayan duvar Deshaun’un attığı kara kılıcın aurasını emmişti.

‘’Biliyordum, biliyordum! Bir üçüz büyücü olduğunu biliyordum! O soylu piçiyle yaptığın dövüşte onun kalkanında boşluk oluşturmak için zemini salladığını gördüm! Rüzgârla o deliğin kapanmasını önlediğini de biliyorum! Sen, sen dâhisin!’’ Deshaun heyecanla titriyordu. ‘’Ahhh işte bu.’’ Dedi ve tekrardan ileriye koşmaya başladı. ‘’Seni öldüreceğim ve herkesin benim, Deshaun Alexei’nin kim olduğunu öğrenmelerini sağlayacağım! Teşekkür ederim Traidha! Teşekkür ederim!’’ Bu sever iki elinde birer kılıç belirdi. Eskisinden daha karanlıktı kılıçları.

Drest de iki eline birer alev kılıcı aldı ve Deshaun’a doğru koşmaya başladı.

Kılıçların çarpışmasından çelik sesi gelmiyordu elbette ama garip bir uğultu yayılıyordu arenada dinleyenlere. İki elementin ardı ardına birbiriyle çarpışması… Drest’in parlak alevleri ile Deshaun’un dipsiz karanlığı…

İlk başlarda birbirine denk gibi görünse de Drest’in alevleri sönmeye başladı. Sanki…

‘’Alevim!’’ dedi Drest geriye doğru sıçrarken. ‘’Onları emiyorsun!’’

Deshaun dudaklarını yaladı. ‘’Bu kadar geç fark etmen, beni üzüyorsun. Söylemiştim, seni yiyeceğim.’’

‘’Sapık mısın?’’

‘’Evet.’’

‘’…’’

Kısa, basit ve biraz da saçma bir diyalog döndü aralarında. Deshaun gerçekten sapkın bir insandı.

‘’Sıkıldım.’’ Dedi Deshaun aniden. ‘’Bitirsek mi acaba?’’

‘’Nesin sen?’’

‘’Bilmiyorum. Sadece bundan zevk alıyorum. En azından bana rakip olabilecek birini bulduğumu düşünmüştüm. Beklediğimin çok altında kaldın Traidha.’’

‘’Hakkımda kesin yargılara varma.’’

‘’Ama bir Traidha’sın sen. Drest Traidha, üçüz büyücü tarikatı Traidha’nın varisi.’’

‘’Tarikatım yıllar önce yok oldu, artık Traidha Tarikatı yok.’’

‘’Ah, ustamdan Traidha’nın yüce büyücülerinden bahsettiğini hatırlıyorum. Biliyor musun, Kara büyücü Partha Traidha’nın hikâyesini sayısız defa dinledim.’’ Dedi Deshaun hayran gözlerle gökyüzüne baktı. ‘’O adam gerçekten bir efsaneydi ama sen bir Traidha olmayı hak etmiyorsun. Neden senin gibi bir çöp dâhilerin soyundan oluyor? Neden ben değil de sen üç büyü türüne sahip olabiliyorsun? Bir kara büyücü olabilirim ama bununla birlikte farklı büyüleri kombine ederek zirveye daha kolay çıkabilirim ama… Ama sen… Lanet olasıca dahi bir çöpsün!’’

‘’Sözlerine dikkat et.’’ Dedi Drest.

Deshaun konuşurken çıkış yolları aramaya çalışıyordu ama bütün formüller aynı sonuca ulaşıyordu. KESİN BİR MAĞLUBİYET.

Drest ikinci seviyede bir üçüz büyücüydü. Kısaca dahi sınıfında biriydi ama karşısındaki ile arasında birkaç gömleklik fark vardı.

Deshaun Alexei, genç yaşta hem de gelişimin en zor olduğu büyü türlerinden biri olan kara büyüde dördüncü seviyeye ulaşmış dâhiler arasında bir dahi. Kesinlikle imkânsızdı.

‘’Boşuna düşünme. Senin için söylüyorum çünkü Kabus’umdan çıkış tamamen olasılık dışı. Vakit kaybı. Sadece ilerleyişimde bir yem ol.’’ Deshaun çirkin bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. ‘’Tamam mı?’’

‘Tamam’ mı demeliydi? Yoksa küfürler savurup en güçlü tekniklerini kullanıp saldırıya mı geçmeliydi? Deshaun haklıydı etraflarını çevirmiş olan bariyerden çıkış yoktu.

‘’Sıkıldım demiştim değil mi?’’Deshaun aniden bağırıp ellerini ileriye doğru savurdu. Bir metre genişliğinde bir top avuç içlerinden yayıldı. ‘’Kara Delik.’’

‘Zaman yok.’ Kara delik bir anda önünde belirdiğinde, Drest’in aklına gelen tek şey buydu. Geç kalmıştı, düşünmek gerçekten vakit kaybıydı.

Drest önünde parlak, mor bir ışık gördü. ‘’Hey dostum.’’ Tanıdık bir ses kulaklarında çınladı. ‘’Sence de gereksiz dövüşlere girme alışkanlığını bir kenara bırakman gerekmiyor mu?’’



O zaman turnuva başlamadan dört gün önceye gidelim…